Çarşamba, Aralık 30, 2015

Etamin Lavanta Keseleri

Arkadaşlarıma yılbaşı hediyesi olarak yaptığım bu keseleri aslında mini yazlık çanta için tasarlamıştım. Ama yılbaşına kısmetmiş. İçlerini lavanta ile doldurup bir köşesine kurdeleden askı yeri yaptım. Dolap içlerine askılara takıp giysilerini lavanta kokusu sarsın diye.

Zamanın Kısa Tarihi, Stephen Hawking


Uzun zamandır aklımda olan ve okumam gerekir dediğim kitaplardandı. Bir roman değil. Evrenin oluşumunu eski filozofların tahminlerinden, bilim adamlarının araştırmalarından günümüze kadar açıklayan bir kitap bu. Herkesin anlayacağı bir dille yazılmış. Ancak çok ilgimi çekti mi? hayır. Bilimin bu alanı ile çok ilgilenmiyorum doğrusu ama yine de gerçekten merakımdan okudum ve Hawking'in ne kadar duru bir dille ve benzetmeler yaparak açıklamaya çalıştığını görüp çok takdir ettim. 
Konu çok ilgimi çekmese de biraz fikir sahibi olmam gerektiğini düşünüyordum. Bu konuyu derinlemesine bilenlere sıkıcı gelecektir ama benim gibi yüzeysel bilenlere ilginç geleceği bölümleri var.(kanımca gençlerin bu konuya ilgi duyması için yazılmış)
Uzay, galaksiler vb konulara az da olsa merakınız varsa kaçırmayın derim.
Stephen Hawking, bilim dünyasının en parlak teorisyenlerinden birisidir. Aynı zamanda astronom, fizikçi, evrenbilimci, teorisyen ve yazardır. 
Orijinal adı A Brief History of Time olan bu eseri yayınlandığı ilk günden bu yana uluslararası kapsamda 10 milyondan fazla satmış ve yaklaşık 40 dile çevrilmiştir.
Zamanın Kısa Tarihi, insanın sürekli olarak aklında olan evrenin nereden geldiği, nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı, sonunun gelip gelmediği gibi belirli sorulara yanıt vermektedir. 

Cuma, Aralık 25, 2015

Ahşap sunum tahtası

Ahşap boyamak her zaman hoşuma gitmiştir. Sunum tahtası boyamak da ayrı bir zevkli. Elimde malzeme oldukça taş, kumaş, ahşap boyuyorum.
Boyamadan önce kurşun kalemle hatları hafifçe çiziyorum. Boyalar kuruduktan sonra mat cila ile bir kat cilalıyorum. Çünkü bu tahtada peynir, kurabiye veya kahve servis edilebilir. Leke kalmadan uzun zaman kullanmak için en az bir kat cila fena olmaz. 
Kullanmaya kıyamayıp duvara asmayı da isteyebilirsiniz.


Perşembe, Aralık 24, 2015

Göçmüş Kediler Bahçesi, Bilge Karasu

Eğer yanlış hatırlamıyorsam ilk kez Bilge Karasu okuyorum. Daha önce hep aklımın bir köşesinde "okumalısın" dediğim yazarlardandı. Hakkında hep övgüler duymuştum.
Bu bir öykü kitabı.
İçindeki en sevdiğim öykü ise Barış Pirhasan'ın filme çektiği Usta Beni Öldürsene (aslında e ayrı yazılmış). "Analarının ölüsünü törenle kaldırabilmeleri için çocukların sağ kalması gerekir. kalmadıkları da görülür ama.” Bu öykünün ilk cümleleri. İnsanların yüzünde ölümün işaretlerini gören bir cambaz çırağı baş roldedir.
Bütün öyküleri masalsı ve ayrıntılardan kopmadan dikkatle okunmalı. Hepsinde incelik var. 12 bölümden oluşan kitapta Karasu, bireyin sorunlarına ağırlık vermiş, onun günlük hayatındaki açmazlarını işlemiştir. Her insanın hayatında en az birkaç kere kafasından geçirdiği ya da yaşadığı (sevgi, dostluk, yalnızlık, tutku, inanç/inançsızlık, korku ve ölüm gibi) kavramları imgesel bir dille anlatır. Yazar günlük hayattan bahsettiği için, hikayedeki kahraman ya da kişilerde kendinizden parçalar bulursunuz. Hani çok katmanlı derler ya, öyle bir anlatım. O yüzden okunması çok da kolay değil.
Ama dilinizde tat bırakır.

Çarşamba, Aralık 09, 2015

Ay ve Şenlik Ateşleri, Cesare Pavese

İlk kez okuyorum ama methini çok duymuştum. Hüznü,acıyı en iyi anlatan yazarlardan olduğunu biliyorum.
Pavese İtalyan edebiyatının ustalarından biridir. Yaşamına kendi son vermiştir. (Bu ara intihar etmiş veya hazin bir şekilde ölmüş yazarlar okumaktayım, öyle denk geldi)
Bu romanda II.Dünya Savaşı'nın hemen ardından doğduğu ve büyüdüğü köye dönen ve çocukluk arkadaşı Nuto ile görüşen, anıları canlanan Anguilla baş rolde. Hatırladığı geçmişi kadar şimdi köyde yaşananlar da acıdır. Özellikle Valino çok etkileyici idi.
..."O zamanlar büyümenin ne demek olduğunu bilmezdim, zor işlerin üstesinden gelmek olduğunu sanırdım, bir çift öküz satın almak, üzümün ederini belirlemek, biçerdöveri çalıştırmek gibi. Büyümenin çekip gitmek, yaşlanmak, ölümlere tanık olmak, Mora'yı şimdiki gibi bulmak olduğunu bilmiyordum. Kendi kendime, Canelli'ye gitmezsem, bayrak yarışını kazanmazsam, bir çiftlik satın almazsam, Nuto'dan üstün olmazsa, bir köpeği çiğ çiğ yerim derdim. Sonra Sor Matteo ile kızlarının arabasını düşünürdüm. Taraçayı. Salondaki piyanoyu. Şarap fıçılarını, tahıl ambarlarını. San Rocco Panayırı'nı.Büyümekte olan bir çocuktum." syf.78
Pavese bu romanı 1950'de bitirmiş. Bildiğim kadarıyla bu son romanıymış. Geçmişle hesaplaşmayı, bir yere ait olamamayı sorgulayan güzel bir kitap bırakmış.

Salı, Aralık 01, 2015

Balat Gezisi-2

İstanbul'un her yeri her an değişebilir. Bu çok iyi bir şey değil tabi. Özellikle tarihi dokusu olan yerler bence yüzyıllarca aynı kalmalı ve korunmalı. Balat onlardan biri ama biz restorasyona yeni yeni başlayan bir millet olduğumuz için (doğru restorasyon mu yapıyoruz o tartışılır) iki sene görmediğiniz bir yeri tekrar dönüp dolaşıp gezmeniz gerekir. Bu kez yine plansız gezdim. Balat'ı seviyorum. Yeni mekanlar açılmış, onları da göreyim dedim.



Onlardan biri Cumbalı kahve. İlk durağımdı. Bir kahve içip öyle başlayayım dedim. Buradan başlamam çok iyi oldu. Bu küçük kahvenin sahibi Serhat ile tanıştım. Kendisini son beş yıldır bu çevreye ve tarihine adamış. Çok okuyor ve araştırıyor. Ahrida Sinagogu'nun tam karşısında. Hemen bir çırpıda çevredeki dini yapılardan ve özelliklerinden bahsetti. Tavsiye ederim. Eğer havasındaysa o gün sizinle bilgilerini paylaşır bence. Kahvesinde değişik Türk kahvesi çeşitleri de mevcut. İç dekorasyonu da çok güzel ve sahibi her şeyi kendi elleriyle yapmış.
Buradan çıkıp Balat Cafenin de köşesinde bulunduğu evlerin dış cephelerinin yenilenip boyandığı merdivenli sokağa gittim.

Ordan Forno Balat'ta gidip bir pide yedim. Çok hoş bir mekan. Pide ve lahmacunu ve ilginçtir kahveleri de güzel.



Ara sokaklara gire çıka Vodina Caddesi ve tepedeki Özel Fener Rum İlköğretim Okulunun çevresini gezdim.

Yıldırım Caddesinde bulunan Eskici Naftalin, Maide Cafe vs görmeden de dönmedim. (Maide üzerinde yemek bulunan masa demekmiş. Dekorasyonu çok güzel)






Fener Rum Patrikhanesi ve Aya Yorgi Kilisesi


Fener Rum Patrikhanesi Ortodoks kilisesinin başpiskoposluğudur. İstanbul’da Fener semtindeki Aya Yorgi kilisesinde bulunduğu için Türkiye’de Fener Rum Patrikhanesi adıyla anılmaktadır.Birinci Constantinus’un Roma İmparatorluğunun başkentini Roma’dan Bizansa taşıması ve şehre Konstantinopolis (İstanbul) adını vermesiyle buradaki kilise başpiskoposluk mevkiine yükseldi.(MS 4.yy)

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u aldıktan ve Ayasofya’yı da camiye çevirdikten sonra Ortodokslara dini hayatta serbest olduklarını, bir patrik seçerek patrikhanenin faaliyete geçirilmesini bir fermanla bildirir. 1453-56 yılları arasında bugünkü Fatih Camiinin bulunduğu yerdeki Havariyyn Kilisesinde patriklik açılır. Daha sonra üç kez daha yer değiştirdikten sonra dördüncü ve son kez 1601'de patrikhanenin bulunduğu Aya Yorgi kilisesine taşınır .

Günümüzde aynı avluda bulunan patriklik binası,kütüphane, ayazma, müştemilat ve kutsal mür yağının üretim yeri de mevcuttur ve tabi ki (sanırım) onları gezemezsiniz. Ben de ikinci kez gelip Aya Yorgi'yi gezdim. Burası dışarısındaki sadeliğe tam zıt çok şatafatlı küçük bir kilise. Burada ilk yapı 12.yüzyılda inşa edilmiş Burç Kilisesidir. 1600' lerde yeniden inşa edilmiştir.(1700'lerde ve 1800'lerde yıkılıp yeniden yapıldığı veya genişletildiğine dair rivayetler vardır)İçinde Bizans dönemine ait mozaikler,kutsal emanetler, üç azizeye ait tabutlar ve 5.yy dan kalan patriklik tahtı var.

Kilisede ayrıca İsa'nın Kudüs'te zincirlenerek bağlandığına inanılan bir kutsal taş da bulunmaktadır.
12 sütun üzerine inşa edilen kilisede bu sütunlar havarileri temsil ettiği için üzerlerine tasvirleri yapılmıştır. 





Cuma, Kasım 27, 2015

Amok Koşucusu, Stefan Zweig

190 sayfalık kısa hikayelerden oluşan muhteşem bir kitap. En uzun hikaye kitaba da adını veren Amok Koşucusu.

Her hikaye kötü bitse de, genelde hayatta bir yere gelememiş veya mutsuz, kayıp insanları anlatsa da iç karartıcı ama dil ve anlatım güzel.
İnsan ruhunun en güçsüz en açıklaması zor ilkel yanlarını ele alıp onun üzerine gittiği bu öykülerin her biri bir başyapıt ve bence her birinden bir roman çıkabilirmiş veya filme çekilebilir..
Zweig insanın ruh halini çok iyi anlatabilen bir yazar.
Kitaba adını veren Amok, Malezya gibi tropikal ülkelerde görülebilen bir ruh hezeyanı. Aşırı rutubetli havada, bunalımda olan kişilerin alkol almasıyla ortaya çıkabilen bu durum bir çeşit cinnet. Sonradan hatırlamıyorlar. Ellerine aldıkları bıçak veya silah vb. ile deli gibi koşup sorgusuzca önüne geleni katlediyorlar. Hikaye de bununla çok alakalı. İsim çok güzel oturmuş bence.
Yazar İkinci Dünya Savaşı sırasında karısıyla birlikte intihar edip yaşamına son vermiştir.
Orjinal isim: Der Amoklaufer

Perşembe, Kasım 19, 2015

havalar soğuyor, bere örelim

Bu sonbaharda evdeki fazla iplerime 2-3 çile farklı renkler ekleyerek çocuk beresi yapmaya başladım.

Kızıma, yeğenime ve arkadaşlarımın çocuklarına. Hem stres atıyorum, zihnimi dinlendiriyorum hem de hediye üretiyorum.

Pinterestten veya kendi hayal gücümden çıkardığım modeller bunlar. Çok zevkli tavsiye ederim.
Çoğunlukla 4 numaralı şişle lastiğini örüp (çocuksa 70-80 ilmek başlayıp, büyükse 80-90 ilmek)
ipin kalınlığına göre 5-6 numara şişle devam ediyorum.

Tam kafaya göre olacaksa benim bir karışım kadar örüp yavaş yavaş azaltıp kesiyorum, tepeden sarksın istiyorsam biraz daha uzatıyorum.
Tepeye de ponpon..

Pazartesi, Kasım 16, 2015

O Pera'daki Hayalet, Sezer Duru-Orhan Duru

Yıllar önce okuduğum Tezer Özlü'nün bir kitabında Oğuz Alplaçin nam-ı diğer "Hayalet Oğuz" u duymuştum ve hatta orada kısaca bahsedilen bu kişiyi merak etmiştim. İşte bu amaçla bu kitabı aldım. Bu kitap, onu tanıyan, samimi olan veya olmayan pek çok yazar ve sanatçının anı ve fikirlerinden oluşuyor.

Hayatı hakkında pek konuşmayı sevmeyen (fakat sonradan anlıyorsunuz ki Diyarbakırlı zengin bir aileden geliyor) iyi eğitim almış, dünyada bir dikili ağacı olmayan, hep başkalarının evinde yaşayan ve genç yaşta ölmüş biri Hayalet Oğuz. Bu yaşam tarzını sürdürebilmek de pek kolay değil. Üzerindeki giysiden başka hiçbir şeyi yok. Onu temizleyip giyiyor ve eskiyince atıp yenisini alıyor. Kendisine evini açanlar, sohbeti ve bilgisinden hoşlananlarla zaman geçiriyor. Kimseye rahatsızlık vermeden gerçek bir hayalet gibi yaşıyor. Çok etkileyici biraz da üzücü bir hayat.
Çeviri yaparak hayatını kazanıyor. Para kazandığında dostlarıyla yemeği seviyor. Hiçbir mülkiyet özentisi yok. İsteseydi zengin bir hayat yaşayabilecekken.
Şimdi durup hayatımıza baktığımızda aslında sorgulamamız gereken çok şey yok mu?

İstanbul Contemporary Art Fuarı

Çağdaş-güncel sanat, yani Contemporary Art Fuarı'na nihayet bu sene gidebildim. Bundan önceki iki sene işlerimi denk getirip gidememiştim. İyi ki bu sene gidebildim. Çok beğendim.


Bu sene İstanbul'da 10.gerçekleşen fuarda 24 ülkeden 102 galeri vardı. 4 gün sürdü.


Bazı eserler önünde durup "acaba bu ne anlama geliyor? ya da bunu niye yapmış olabilir" dediğim de oldu tabi. Ama sanat bence herkesin her eser üzerinde aynı şeyi düşünmesi de değildir.


Ortak paydada buluşabilirsiniz ama anlamını düşünmeden sırf estetik olarak da hoşunuza gidebilir.
Bazı eserlerdeki o yaratıcı zekaya hayran kaldım, bazılarındaki renk uyumu ve zarifliğe veya inandırıcılığa,sabıra hayran kaldım.

Hepsinde aynı duygum yoktu tabi. Ama genel olarak o kadar sanat eserini bir arada görmek ve iki-üç saatimi orada geçirmek hoşuma gitti.
Sanat eğitimi almanın kıyısından dönmüş ve sanata yatkınlığı olan birisi olarak çıkışta şu hislere sahiptim "keşke heykel bölümünde okuyabilseydim".. 

Salı, Ekim 27, 2015

İstanbul Kahve Festivali- İstcoffeefest

Bu yıl ikincisi düzenlenen festival Haydarpaşa Garında oldu.
Geçen seneki Galata Rum İlkokulu biraz sıkışıktı ama tarihi mekan olması sebebiyle bence yine de güzeldi. Bu sene Haydarpaşa'da olması beni ayrıca mest etti. (22-25 Ekim)

Üç peronu ve etrafındaki vagonları kullanarak alanı organize etmişler. Tabi ana salon da var. Orası resim ve fotoğraf sergileri için ayrılmış. Ayrıca peronlarda bazı vagonların içi ve dışı da sergi amaçlı kullanılmış.( Aşağıdaki sergidekiler  Billur Saatçi'nin gününkahvesi hashtagiyle paylaştığı resimlerden seçilmiş)

Dünyanın farklı bölgelerinden gelen kahveleri tatmak, meşhur baristaların şovlarını izlemek, kahveye dair resim, heykel ve fotoğrafları görmek bu arada müzik dinlemek isteyenler için bulunmaz fırsattı.

Ben sanırım altı bardak kahve içtim. Tabi bunların dördü küçük bardaklardı ve hangi tür kahve olduklarını veya en iyi nasıl demlendiklerini mutlaka öğrenmeye çalıştım. Yıllardır sade kahve içen biri olarak 3.dalga kahveciler çıkana kadar Jacopstan başkasını bilmezdik.Sonra Thcibo'nun kahveleri alınıp dönüşümlü evde demlenmeye başlandı. Gloria Jeans ve Starbucks'u dışarı çıktığımızda denerdik. Ama özellikle Cihangir, Nişantaşı ve Galata çevresinde açılan yeni nesil artisan kahveciler beni çok sevindirdi. En azından oralara gittiğimde bir fincan iyi kahve içiyor ve sinir olmadan evime dönüyorum.Yanıma da evde öğütmek için bir miktar çekirdek kahve alıyorum.
Festivalde bir öncekinde olduğu gibi yine Sahi lokum yapım ikramlarda bulundu.
atelier, kumm, tahta dükkanı, mucs,bizon gibi tasarım ürünleri satıldı. Hatta bu alttaki içi sarı el yapımı fincanlardan biri de benim oldu :-)

aşağıda görülen asılı fotoğraflar gerçekten kahve ile yıkanmışlardı.



(Bu arada Haydarpaşa Garı inşasına II.Abdülhamid zamanında başlanmış. İki Alman mimar yapmış. III.Selim'in paşalarından, çok sevilen Haydar Paşa'nın adı verilmiş.)

Salı, Ekim 20, 2015

Albay'a Kimseden Mektup Yok, Gabriel Garcia Marquez

Marquez hayranı biriyim. Okumadığım 2-3 kitabını da yavaş yavaş listeme dahil ediyorum. Bitsin istemiyorum.

Bu bir novella yani kısa roman olarak nitelendirilebilecek bir eser. Kitabın yarısı bu ilk uzun hikaye olan Albay'a Mektup Yok. Yeni basımlarda bu 80 sayfa olarak ayrı bir kitap olarak basılmış ama benim elimdeki eski kitapta bu hikayenin ardından daha kısa 5 hikaye daha var.
Kitaba adını veren novellada yaşlı bir karı koca çiftin hastalık ve yoksullukla mücadelesi anlatılıyor. Albay her cuma emekli maaşının bağlandığını bildiren mektubu beklemektedir. Oğullarından kalan bir de dövüş horozları vardır beslemeye çalıştıkları.
Marquez'in tarzı büyülü gerçeklik mi dersininz buruk alaycılık mı bilemem ama çok etkileyici olduğu bir gerçek.
Albay'a Mektup Yazan Kimse Yok adıyla da basıldı.

Pazartesi, Ekim 19, 2015

Ihlamur Kasrı

Abdülmecid tarafından Balyan ailesinin mimarlarından birine yaptırılan bu iki köşk Ihlamur Yokuşunun başında bulunuyor. Yani Nişantaşı ile Beşiktaş arasında.


Merasim Köşkü ve Maiyet köşkü olarak iki tanedir. Yani küçük merasimler için ve sultanın maiyetindekiler veya haremindekiler için yapılmıştır. Abdülmecid'den sonra genelde dinlenme amaçlı veya misafirhane olarak kullanılmıştır. Merasim Köşkü daha gösterişlidir. Burada Sırp ve Bulgar kralları da kalmıştır.

İlk bakışta Dolmabahçe Sarayı'nın küçük örnekleri gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Nitekim şöyle bir bağlantısı var; Dolmabahçe'nin inşasından sonra artan malzemelerle orası model alınarak bu köşklerin yapıldığı söylenir. (Dolmabahçe bankerlerden borç alınarak yaptırılmıştı)
Maiyet köşkünün bahçe katında kahvaltı servisinin yapıldığı bir cafe var. Sakin, kuş sesleri arasında ve yeşilliğin içinde 2-3 saat geçirmek isterseniz güzel bir fikir.

Pazartesi, Ekim 12, 2015

Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay

“Beni anlamalısın. Çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.”


Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'dan sonraki en iyi romanı olarak bilinir. Ancak niyeyse ben Tutunamayanlar'ı 250.sayfasında bırakmış bir kişi olarak bu romanı kesinlikle çok sevdim. Yalnız bu benimle ilgili bir sorun bence. Çünkü Tutunamayanlar'ı okuduğum dönem hayatımın en yoğun ve karışık dönemleri idi. Çok kendimi vererek ince duyguları anlamaya çalışarak okuyamadığımı düşünüyorum. Yine okuyacağım ama. Pes etmedim.

Bu roman da Tutunamayanlar'dan sonra yazılmış.

Roman karakteri Hikmet Benol'un iç konuşmaları veya Albay ile monolog ve diyalogları şeklinde daha çok. Her sayfada altı çizilesi ve üzerinde düşünülecek çok satır var. Başlangıçta çizmeden okuyayım dedim ama başaramadım.

"İnsanlardaki zavallılığı ilk önce çocuklar seziyor galiba. Delileri de ilk önce onlar kovalıyorlar."
“Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de."
Bu nedenle, sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor." s.383

"-Nerede oturuyorsun şimdi Hikmet?"
"Söyledim ya: Gecekonduda."
"İnanmam"
"Onun gibi bir yer. Gecekondu kıtasına, dar bir kara parçasıyla bağlıyım."
"Nasıl yaşıyorsun? Ne yapıyorsun?"
"Pek yaşıyorum sayılmaz. 'Yaşamak' sözüyle 'geçinmek' ya da 'çalışmak' gibi uzak meseleleri soruyorsan cevabı kolay: Çalışmıyorum ve ufak bir gelirle yaşıyorum"

"Bize çamaşıra gelen bir Fatma hanım vardı, radyoda okunan mevlüde ağlardı, sonra annem de katılırdı ağlamaya. Ben onları paylardım, sen anlamazsın derlerdi. Gerçekten anlamıyordum nasıl ağlıyorlardı hiçbir şey anlamdıkları halde? Şimdi ben de söylediklerimi anlamasalar bile bana ağlamalarını istiyorum. İnsanları ağlatmanın bu kadar güç olduğunu bilmezdim."

Önsözünde kitabın sonunu söylemeseymiş (Cevat Çapan) iyiymiş. Hatta hiç önsöz yazmasaymış.

Çarşamba, Ekim 07, 2015

Saatleri Ayarlama Enstitüsü,Ahmet Hamdi Tanpınar

Beni çok etkileyen bu kitabı tavsiye edeceğim 10 kitaptan biri olarak göstermiştim. Hala öyle benim için. Akıcı ama biraz ağır bir dille doğu-batı veya eski-yeni arasına sıkışmış insanı öyle güzel vermiş ki. Bir daha okuyasınız gelir.

"saatin kendisi mekan , yürüyüşü zaman , ayarı insandır.."
Çocukluğu fakir bir ailede geçen, saatlerle dolu bir hayatı olan, aslında gerçekçi ve detaycı bir adam olan Hayri İrdal'ın çevresinin etkisiyle yalanlarla dolu bir hayat sürüşünün hikayesi. 
Aslında sıradan bir insan gibi anlatılan İrdal'ın zengin bir iç dünyası ve mizahi bir yanı vardır.
Hayri İrdal Türk toplumu gibi zaman içinde bir değişimden geçer. Bunu romanın başından sonuna anlarsınız.
"Bazı insanların ömrü vakit kazanmakla geçer...Ben zamana, kendi zamanıma çelme atmakla yaşıyorum." syf.190
"Eski şapkalarımız ve ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı?... Eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları,hatta ıstıraplarının çeşitlerini görmek mümkündür."syf.16
Okuması zevkli ve düşündürücü bir kitap. Tavsiye ederim.
Dergah Yayınları

Bisküvi Yastık

Bu yastığı bir dergide göreli sanırım 4 yıldan fazla oldu. Bir gün yaparım diye resmini kesip saklamıştım. O gün bu günmüş.

Kumaşçıdan bisküvi rengi polar kumaş istedim. Metre ile elyaf ve uygun renkte ip aldım. Ancak ilk denememde elyaf istediğim gibi durmadı ben de evdeki süngerden kullandım. Kumaşı dikdörtgene yakın şekilde kesip üç tarafını diktim. Köşeler yuvarlatılarak dikildi. İçine aynı boyutta kestiğim süngeri yerleştirdim. Açık tarafı ince el dikişi ile kapattım.Kalınca bir iple de orta ve yanlarını diktim. İşte size sevimli bir yastık..

Pazartesi, Ekim 05, 2015

Yüzyıllık Yalnızlık, Gabriel Garcia Marquez

Roman söz konusu olunca en sevdiğim yazar ya da romanı söylemek oldukça zor olsa da beni kendine hayran bırakan yazarlardan ilki Marquez'dir diyebilirim. Onu okurken yer yer güldüğümü fark ederim ya da dehşet verici bir sahneyi sıradanmış gibi anlatmasına ve dilinin zenginliğine şaşırırım.

Yüzyıllık Yalnızlık da onun en sevdiğim kitabı. Hepsi güzel ama o biraz daha güzel.
Ben bu kitabı ilk kez 1997'de okudum sonra bir kaç yıl sonra bir daha okudum. İlk okuduğum yeni basımı olan bir kitaptı ve birine verdim (kimdi hatırlamıyorum) ve geri gelmedi. Ben de bir sahaftan eski basımını aldım ( kitabın Türkçedeki ilk basımını almışım Sander yayınları 1974) ikinciye onu okudum. Ben bu bloğu açtığım yıldan beri okuduklarımı buraya koydum.Ama bu aralar bloguma eski okuduğum ve beğendiğim kitapları da yazmayı planlıyorum. Çünkü hem ben de o kitabı unutmuyorum. Hem de burdan paylaşım yaparak meraklılarına tavsiyelerde bulunmuş oluyorum.
Bu roman bir ailenin tarihi aslında. Acılarla dolu, karışık, soylu ve biraz da rezil tarihtir bu.
Yazar kitap hakkında şunu söyler; "Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları birörnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım."

Bendeki baskısında kitaba konu olan Buendıa ailesinin bir soy ağacı var. Çok iyi bir fikir çünkü başlarda isimler birbirine karışıyor ve bu kimdi? diye sorabiliyorsunuz. Bu soy ağacına bakmak iyi olabiliyor.
Okumayanın bence çok şey kaybedeceği bir kitap. Okumaya başladığınız andan itibaren sizi sarar ve hiç sıkmaz. İroniyle karışık mizah anlayışına hayran olacaksınız.

Salı, Eylül 29, 2015

Evde Sağlıklı Dondurma Yapmak İçin

Ben Thcibo'da ararken bu dondurma kalıplarını İkea'da hem de çok ucuza karşıma çıkınca çok sevindim. Yazın çocuklar en az günde bir kez dondurma yerler değil mi? E yedikleri sağlıklı mı bilemiyoruz. Bunun için en azından arada bir evde yaptıklarınızı de yese fena mı olur?
Böyle düşündüm ve bir iki deneme yaptım. Sonuç çok güzel.
Bulduğunuz meyveleri çekirdeklerini çıkararak iyice blendır veya robotta püre haline getirin. Muz, ananas, olgun kırmızı erik, şeftali çok yakışıyor. Tadı dengeli olsun diye mutlaka meyvelerden biri tatlı biri hafif ekşi olabilir. Bir-iki kaşık bal katılabilir. Ben ilk denememde iki kaşık probiyotik yoğurt ikinci denememde sade dondurma koydum. Son yaptığımı sadece bol sulu meyvelerden yaptım (karpuz gibi) meyveli buz oldu.
Dondurucuda en az 4 saat beklemeli. Çıkarınca elinizin ısısıyla 30 saniye kadar ovuşturup yavaşça çıkarınca kalıp bozulmuyor. Birde kaşıkla doldururken tepeleme doldurmayın. Yarın yapacağım denemede ise kalıptan çıkarınca erimiş dondurmaya batırmayı planlıyorum. Doğum günlerinde de çocuklar buna bayılır bence.
Dondurmayı iki kaşık koymak yerine yarı yarıya da koyabilirsiniz. Sütlü dondurmayı da evde kendiniz yapabilirsiniz hatta.



Pazartesi, Eylül 28, 2015

Restorasyon Çılgınlığı

Restorasyon herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bu iş yetenek ve sabır gerektirir. Ama yalnız yapılabilecek bir iş de değildir. Bir ekip işidir. Restorasyonu yapılacak şeyin türüne göre farklı meslekler birlikte çalışır; mimari eser, bir tablo, bir halı veya bir heykel vs için mimar, inşaat mühendisi, makine mühendisi, ressam, geomatik mühendisi, arkeolog, sanat tarihçisi, şehir bölge plancısı, elektrik mühendisi, iç mimar,  kimya mühendisi, jeofizik mühendisi, konservatör, restoratör beraber çalışırlar.
Bunu bilmeyen ve laf olsun diye restore ettirenlerin ise yaptıkları ortada. Komik duruma düşmelerinden daha vahimi eseri mahvetmiş olmalarıdır.
İşte bir kaç örnek; Bunu gazetelerden görmüşsünüzdür. Şile kalesi. Sünger Bop benzetmesi yapılmıştı.

 Bizans döneminden kalan Tekfur Sarayı'nda eminim pimapen pencereler de vardı.
 Hatay Arkeoloji Müze'sinde yapılan mozaik restorasyonu. Soldaki orjinali.
Aspendos'un gri renkli taşları yerine mutfaklarda kullanılan beyaz mermer tercih edilmiş. Turistler epeyce gülmüşlerdir. (Bakanlığın yaptığı açıklamaya göre restorasyon ekibi günlerce civardan taş örnekleri aramış, Aspendos'taki taşları incelemiş ve ona en yakın olanları kullanmışlar. Yüzyıllar içinde eskiyen ve kararan taşlar bu hale gelmişler. Dolayısıyla yeni eklenen merdivenlerin böyle beyaz olması doğalmış)

Ayasofyada kuşların su içmesi için içleri oyulmuş taşlar vardır. Alttaki ise Beyazıt Camiindeki hali. Su sıçratıyor diye içleri betonla doldurulmuş.


Sivas'taki Selçuklu Türbesi 2011'de bir restorasyon geçirir. Sandukadaki çiniler yer yer dökülmüştür. Çok bozulmuş olduğu için renkli kalemlerle tamamlanmış desenleri. 70-80 yıl dayanan kalemlermiş bunlar ama deseni çizen pek bu işten anlamıyor olsa gerek.. En azından bir şablon veya kalıp kullansaymış.