Salı, Ekim 27, 2015

İstanbul Kahve Festivali- İstcoffeefest

Bu yıl ikincisi düzenlenen festival Haydarpaşa Garında oldu.
Geçen seneki Galata Rum İlkokulu biraz sıkışıktı ama tarihi mekan olması sebebiyle bence yine de güzeldi. Bu sene Haydarpaşa'da olması beni ayrıca mest etti. (22-25 Ekim)

Üç peronu ve etrafındaki vagonları kullanarak alanı organize etmişler. Tabi ana salon da var. Orası resim ve fotoğraf sergileri için ayrılmış. Ayrıca peronlarda bazı vagonların içi ve dışı da sergi amaçlı kullanılmış.( Aşağıdaki sergidekiler  Billur Saatçi'nin gününkahvesi hashtagiyle paylaştığı resimlerden seçilmiş)

Dünyanın farklı bölgelerinden gelen kahveleri tatmak, meşhur baristaların şovlarını izlemek, kahveye dair resim, heykel ve fotoğrafları görmek bu arada müzik dinlemek isteyenler için bulunmaz fırsattı.

Ben sanırım altı bardak kahve içtim. Tabi bunların dördü küçük bardaklardı ve hangi tür kahve olduklarını veya en iyi nasıl demlendiklerini mutlaka öğrenmeye çalıştım. Yıllardır sade kahve içen biri olarak 3.dalga kahveciler çıkana kadar Jacopstan başkasını bilmezdik.Sonra Thcibo'nun kahveleri alınıp dönüşümlü evde demlenmeye başlandı. Gloria Jeans ve Starbucks'u dışarı çıktığımızda denerdik. Ama özellikle Cihangir, Nişantaşı ve Galata çevresinde açılan yeni nesil artisan kahveciler beni çok sevindirdi. En azından oralara gittiğimde bir fincan iyi kahve içiyor ve sinir olmadan evime dönüyorum.Yanıma da evde öğütmek için bir miktar çekirdek kahve alıyorum.
Festivalde bir öncekinde olduğu gibi yine Sahi lokum yapım ikramlarda bulundu.
atelier, kumm, tahta dükkanı, mucs,bizon gibi tasarım ürünleri satıldı. Hatta bu alttaki içi sarı el yapımı fincanlardan biri de benim oldu :-)

aşağıda görülen asılı fotoğraflar gerçekten kahve ile yıkanmışlardı.



(Bu arada Haydarpaşa Garı inşasına II.Abdülhamid zamanında başlanmış. İki Alman mimar yapmış. III.Selim'in paşalarından, çok sevilen Haydar Paşa'nın adı verilmiş.)

Salı, Ekim 20, 2015

Albay'a Kimseden Mektup Yok, Gabriel Garcia Marquez

Marquez hayranı biriyim. Okumadığım 2-3 kitabını da yavaş yavaş listeme dahil ediyorum. Bitsin istemiyorum.

Bu bir novella yani kısa roman olarak nitelendirilebilecek bir eser. Kitabın yarısı bu ilk uzun hikaye olan Albay'a Mektup Yok. Yeni basımlarda bu 80 sayfa olarak ayrı bir kitap olarak basılmış ama benim elimdeki eski kitapta bu hikayenin ardından daha kısa 5 hikaye daha var.
Kitaba adını veren novellada yaşlı bir karı koca çiftin hastalık ve yoksullukla mücadelesi anlatılıyor. Albay her cuma emekli maaşının bağlandığını bildiren mektubu beklemektedir. Oğullarından kalan bir de dövüş horozları vardır beslemeye çalıştıkları.
Marquez'in tarzı büyülü gerçeklik mi dersininz buruk alaycılık mı bilemem ama çok etkileyici olduğu bir gerçek.
Albay'a Mektup Yazan Kimse Yok adıyla da basıldı.

Pazartesi, Ekim 19, 2015

Ihlamur Kasrı

Abdülmecid tarafından Balyan ailesinin mimarlarından birine yaptırılan bu iki köşk Ihlamur Yokuşunun başında bulunuyor. Yani Nişantaşı ile Beşiktaş arasında.


Merasim Köşkü ve Maiyet köşkü olarak iki tanedir. Yani küçük merasimler için ve sultanın maiyetindekiler veya haremindekiler için yapılmıştır. Abdülmecid'den sonra genelde dinlenme amaçlı veya misafirhane olarak kullanılmıştır. Merasim Köşkü daha gösterişlidir. Burada Sırp ve Bulgar kralları da kalmıştır.

İlk bakışta Dolmabahçe Sarayı'nın küçük örnekleri gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Nitekim şöyle bir bağlantısı var; Dolmabahçe'nin inşasından sonra artan malzemelerle orası model alınarak bu köşklerin yapıldığı söylenir. (Dolmabahçe bankerlerden borç alınarak yaptırılmıştı)
Maiyet köşkünün bahçe katında kahvaltı servisinin yapıldığı bir cafe var. Sakin, kuş sesleri arasında ve yeşilliğin içinde 2-3 saat geçirmek isterseniz güzel bir fikir.

Pazartesi, Ekim 12, 2015

Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay

“Beni anlamalısın. Çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.”


Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'dan sonraki en iyi romanı olarak bilinir. Ancak niyeyse ben Tutunamayanlar'ı 250.sayfasında bırakmış bir kişi olarak bu romanı kesinlikle çok sevdim. Yalnız bu benimle ilgili bir sorun bence. Çünkü Tutunamayanlar'ı okuduğum dönem hayatımın en yoğun ve karışık dönemleri idi. Çok kendimi vererek ince duyguları anlamaya çalışarak okuyamadığımı düşünüyorum. Yine okuyacağım ama. Pes etmedim.

Bu roman da Tutunamayanlar'dan sonra yazılmış.

Roman karakteri Hikmet Benol'un iç konuşmaları veya Albay ile monolog ve diyalogları şeklinde daha çok. Her sayfada altı çizilesi ve üzerinde düşünülecek çok satır var. Başlangıçta çizmeden okuyayım dedim ama başaramadım.

"İnsanlardaki zavallılığı ilk önce çocuklar seziyor galiba. Delileri de ilk önce onlar kovalıyorlar."
“Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de."
Bu nedenle, sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor." s.383

"-Nerede oturuyorsun şimdi Hikmet?"
"Söyledim ya: Gecekonduda."
"İnanmam"
"Onun gibi bir yer. Gecekondu kıtasına, dar bir kara parçasıyla bağlıyım."
"Nasıl yaşıyorsun? Ne yapıyorsun?"
"Pek yaşıyorum sayılmaz. 'Yaşamak' sözüyle 'geçinmek' ya da 'çalışmak' gibi uzak meseleleri soruyorsan cevabı kolay: Çalışmıyorum ve ufak bir gelirle yaşıyorum"

"Bize çamaşıra gelen bir Fatma hanım vardı, radyoda okunan mevlüde ağlardı, sonra annem de katılırdı ağlamaya. Ben onları paylardım, sen anlamazsın derlerdi. Gerçekten anlamıyordum nasıl ağlıyorlardı hiçbir şey anlamdıkları halde? Şimdi ben de söylediklerimi anlamasalar bile bana ağlamalarını istiyorum. İnsanları ağlatmanın bu kadar güç olduğunu bilmezdim."

Önsözünde kitabın sonunu söylemeseymiş (Cevat Çapan) iyiymiş. Hatta hiç önsöz yazmasaymış.

Çarşamba, Ekim 07, 2015

Saatleri Ayarlama Enstitüsü,Ahmet Hamdi Tanpınar

Beni çok etkileyen bu kitabı tavsiye edeceğim 10 kitaptan biri olarak göstermiştim. Hala öyle benim için. Akıcı ama biraz ağır bir dille doğu-batı veya eski-yeni arasına sıkışmış insanı öyle güzel vermiş ki. Bir daha okuyasınız gelir.

"saatin kendisi mekan , yürüyüşü zaman , ayarı insandır.."
Çocukluğu fakir bir ailede geçen, saatlerle dolu bir hayatı olan, aslında gerçekçi ve detaycı bir adam olan Hayri İrdal'ın çevresinin etkisiyle yalanlarla dolu bir hayat sürüşünün hikayesi. 
Aslında sıradan bir insan gibi anlatılan İrdal'ın zengin bir iç dünyası ve mizahi bir yanı vardır.
Hayri İrdal Türk toplumu gibi zaman içinde bir değişimden geçer. Bunu romanın başından sonuna anlarsınız.
"Bazı insanların ömrü vakit kazanmakla geçer...Ben zamana, kendi zamanıma çelme atmakla yaşıyorum." syf.190
"Eski şapkalarımız ve ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı?... Eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları,hatta ıstıraplarının çeşitlerini görmek mümkündür."syf.16
Okuması zevkli ve düşündürücü bir kitap. Tavsiye ederim.
Dergah Yayınları

Bisküvi Yastık

Bu yastığı bir dergide göreli sanırım 4 yıldan fazla oldu. Bir gün yaparım diye resmini kesip saklamıştım. O gün bu günmüş.

Kumaşçıdan bisküvi rengi polar kumaş istedim. Metre ile elyaf ve uygun renkte ip aldım. Ancak ilk denememde elyaf istediğim gibi durmadı ben de evdeki süngerden kullandım. Kumaşı dikdörtgene yakın şekilde kesip üç tarafını diktim. Köşeler yuvarlatılarak dikildi. İçine aynı boyutta kestiğim süngeri yerleştirdim. Açık tarafı ince el dikişi ile kapattım.Kalınca bir iple de orta ve yanlarını diktim. İşte size sevimli bir yastık..

Pazartesi, Ekim 05, 2015

Yüzyıllık Yalnızlık, Gabriel Garcia Marquez

Roman söz konusu olunca en sevdiğim yazar ya da romanı söylemek oldukça zor olsa da beni kendine hayran bırakan yazarlardan ilki Marquez'dir diyebilirim. Onu okurken yer yer güldüğümü fark ederim ya da dehşet verici bir sahneyi sıradanmış gibi anlatmasına ve dilinin zenginliğine şaşırırım.

Yüzyıllık Yalnızlık da onun en sevdiğim kitabı. Hepsi güzel ama o biraz daha güzel.
Ben bu kitabı ilk kez 1997'de okudum sonra bir kaç yıl sonra bir daha okudum. İlk okuduğum yeni basımı olan bir kitaptı ve birine verdim (kimdi hatırlamıyorum) ve geri gelmedi. Ben de bir sahaftan eski basımını aldım ( kitabın Türkçedeki ilk basımını almışım Sander yayınları 1974) ikinciye onu okudum. Ben bu bloğu açtığım yıldan beri okuduklarımı buraya koydum.Ama bu aralar bloguma eski okuduğum ve beğendiğim kitapları da yazmayı planlıyorum. Çünkü hem ben de o kitabı unutmuyorum. Hem de burdan paylaşım yaparak meraklılarına tavsiyelerde bulunmuş oluyorum.
Bu roman bir ailenin tarihi aslında. Acılarla dolu, karışık, soylu ve biraz da rezil tarihtir bu.
Yazar kitap hakkında şunu söyler; "Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları birörnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım."

Bendeki baskısında kitaba konu olan Buendıa ailesinin bir soy ağacı var. Çok iyi bir fikir çünkü başlarda isimler birbirine karışıyor ve bu kimdi? diye sorabiliyorsunuz. Bu soy ağacına bakmak iyi olabiliyor.
Okumayanın bence çok şey kaybedeceği bir kitap. Okumaya başladığınız andan itibaren sizi sarar ve hiç sıkmaz. İroniyle karışık mizah anlayışına hayran olacaksınız.