Cumartesi, Aralık 25, 2010

Hiç, Carmen Laforet

Daha önce okumadığım hatta adını duymadığım bir yazardan okumak istedim. Kitap fuarında dolaşırken elimdeki listede bu roman da vardı. Alıp eve geldikten sonra hemen başlayamadım. Bir ay kadar gezi  kitapları ile haşır neşir olduktan sonra bu kitabı elime alabildim. Kitaba başlar başlamaz hikayeye ısındım.
Carmen Laforet bu kitabı 23 yaşındayken yazmış. Hayat hikayesini okuyunca biraz kendi hayatından esinlendiğini düşündüm. Bugüne kadar okuduğum en iyi ya da en sürükleyici kitap diyemem ama insanı sıkmayan yer yer merakta bırakan bir anlatımı var.

On sekiz yaşındaki Andrea, öksüz kaldıktan sonra üniversite eğitimi için köyünden Barselona`ya, zenginliği ve kültürüyle hep gözünü kamaştırmış olan anne tarafından akrabalarının evine gelir. Ancak akrabaları savaş sırasında servetlerini kaybetmiş, korkunç bir yoksullukla baş etmeye çalışmaktadırlar. Genç kız bir yandan okuldaki zengin öğrenciler arasında bocalarken bir yandan da evde tanık olduğu tuhaflıklarla masumiyetini yitirmeye başlar. Andrea'nın arkadaşı Ena, dayısı Roman, diğer dayının eşi Gloria ilginç karakterler.
Karanlık, güçlü bir hayal gücü ile ince mizahı birleştiren bu roman, pek çok eleştirmen tarafından yirminci yüzyılda Avrupa`da yayımlanan en önemli yapıtlar arasında sayılıyor. (orjinal adı; Nada)

"...Mermerden ana kapıyı ve hoşuma giden sakinliğini hatırlıyorum. Kapıda, çiçekler ve büyük vazolarla süslü antrenin loşluğunda uşak karşısındaki şaşkınlığımı, Pons'un annesinin elini sıkmak üzere gelen aşırı mücevherli hanımın kokusunu ve annesinin , Pons'un taliplerinden biri olan benim yanımdan geçerken, eski ayakkabılarıma, tarif edilemeyecek bir biçimde bakışını da..." (syf.185)

Carmen Laforet: 1921 yılında Barselona'da doğdu. Çocukluğunu Kanarya Adaları'nda geçirdi. 12 yaşında annesini kaybetti, babası yeniden evlenince 1939'da, iç savaşın bitiminde, akrabalarının yanında kalmak üzere Barselona'ya geri döndü. Barselona Üniversitesi'nde başladığı felsefe ve edebiyat eğitimini yarım bırakıp 1942' de Madrid'e hukuk okumaya gitti. Ancak 1944'te okulu tümüyle bırakıp ilk romanı Hiç'i yazmaya yoğunlaştı. 1944'te yayımlanan romanı prestijli Nadal Ödülü'nü (1945) kazanınca ünlendi. 1946'da gazeteci ve edebiyat eleştirmeni Manuel Cerezales'le evlendi. Katolik inancıyla yakınlaştı, beş çocuğu oldu ve 70'li yıllarda eşinden ayrıldı. Erken yaşta gelen ünün ağırlığı altında yazdığı diğer yapıtları eleştirmenlerce aynı ölçüde beğenilmedi. Bu nedenle edebiyattan uzaklaştı ama gazete ve dergilere yazmayı sürdürdü, gezi yazıları ve öykü derlemeleri yayımladı. Hayatının son yirmi yılını edebi çevrelerden uzak geçiren Laforet 2004 yılında Madrid'de yaşamını yitirdi. Ölümünden sonra yapıtlarına ilgi ülkesinde ve tüm dünyada tekrar arttı.
Kitapla ilgili (bir İspanyol internet sitesinde) bazı garfik-resimler buldum. Kitaptaki bazı sahneler ya da kişiler resmedilmiş. Onlardan bazıları...








Gloria ve bebeği..









Ena ve Andrea...




Hiç, Carmen Laforet, Çeviren;Zerrin Yanıkkaya,2007, Metis Yayınları

Cuma, Aralık 10, 2010

Samatya'da Van Kahvaltısı

Havalar artık soğudu ama olur da biraz ısınırsa diye size güzel bir öneri; Samatya'daki Van Kahvaltı Salonu...Kapalı yeri de var tabi ki. İki hafta önce başka bir yere giderken yol üstünde "dur kahvaltıyı şurada yapalım" diyerek girdiğimiz bir mekan. Bahçede oturduk. Size sadece "yumurtayı neli istersiniz" diye soruyorlar o kadar, diğer şeyler masaya geliyor zaten.


 Otlu peynir,örgü peynir, bal-kaymak, kavut, murtuğa, cacık, yeşil-siyah zeytin, salatalık-domates, sıcak pide ve sınırsız mis gibi çay. Otlu peyniri severim zaten ama buradaki çok çok lezzetliydi. Biraz daha takviye istedik ,tepeleme bir tabak daha getirdiler.

Peki neden Van'ın kahvaltısı meşhur?
Bir rivayete göre; Vanlı esnaf erkekler sabah namazından sonra çarşıya gidip dükkanlarının, tezgahlarının başına geçmeden önce bir çok kahvaltı dükkanından birine uğrar kahvaltı ederlermiş. Bu dükkanlarda kahvaltı adına güzel peynirler, bal-tereyağı ve yerel kahvaltı çeşitleri (kavut ve murtuga gibi) ulaşılabilecek ne varsa bulunurmuş.  Bir diğer rivayete göre; Vanlılar ailecek uzun ve sohbetli kahvaltılardan çok hoşlanırlarmış (bundan hoşlanmayan var mı bilmiyorum).
Aslında Van'da ilk kahvaltı salonu 1947'de açılmış. Adı "süt evi" imiş. Kahvaltı salonu ismi sonradan çıkmış. Bu fikir başkaları tarafından geliştirilip şimdiki halini almış.

Kavut, buğday tanelerinin kavrulup irice öğütülüp tereyağında hafifçe kavrulmasıyla yapılıyormuş.
Murtağa ise tereyağında kavrulan unun içine başka bir kapta çırpılmış yumurtaların katılıp pişirilmesiyle hazırlanıyormuş.Her ikisi de balla yenilebilir.
Otlu peynirin içinde ilkbaharda dağlardan toplanan sirmon, mendo, peliz ve yarpuz gibi otlar konulur. Bu otlar çok lezzetli olduğu gibi faydalıdır da.  Cacık için de bu sirmon denilen otla süzme yoğurt karıştırılıyor. Maydanoz, dere otu ya da yeşil soğan da konuluyor.
Kahvaltınız bittikten sonra kısa bir Samatya turu da yapabilirsiniz...


Ayrıca Aksaray'daki Van Kahvaltı Salonuna da gitmiştim onu da tavsiye ederim.

Cuma, Kasım 12, 2010

Dünyanın En Uzun Yaşayan Adamı-Zaro Ağa

Zaro Ağa, 1774’de Bitlis’de doğmuştur.(1934’de İstanbul’da ölmüş), Şerif Mirza Aşiretine bağlı Kürt hammalı. 157 ya da 160 yıl yaşamış, Türkiye'nin en uzun yaşayan insanı ve yabancı kaynaklara göre ise dünyanın en uzun yaşayan birkaç kişisinden biridir.

Zaro Ağa, 10 Osmanlı padişahı, 1 cumhurbaşkanı görmüş, 6 savaşa katılmış ve bazı kaynaklara göre 7 kez, bazı kaynaklara göre de 13 kez, başka bir kaynağa göre 29 kez evlenmiştir. Beşi kız olmak üzere 13 çocuğu, 29 torunu olmuştur. Zaro Ağa’ya “Neden bu kadar çok evleniyorsun” diye sorulduğunda, “Ne yapayım, aldığım kadınlar çabuk ihtiyarlayıp ölüyorlar” şeklinde cevaplamış.

Zaro Ağa, 18. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul'a gitmiş ve Selimiye Kışlası, Ortaköy ve Tophane camilerinin inşaatında çalışmıştır. İstanbul hamal topluluğunun başına geçmiştir.(hamallık baba ve dede mesleğidir). Kendisi 1826’da yeniçeriliğin kaldırılışı sırasında bu ocakta olduğunu ancak kıyımdan Ayasofya’nın altındaki zindanlara saklanarak kurtulduğundan söz eder.

Bir müddet sanayi nefise mektebinde öğrencilere modellik yaptıktan sonra, tek parti dönemi yöneticileri Zaro Ağayı keşfeder. Milli iktisat ve tasarruf cemiyeti marifeti ile bir reklâm kampanyası organize edilerek Zaro Ağa’dan istifade edilir. Günümüzdeki fındık reklâmlarının serüveni bu kampanyada hazırlanan kartpostallarla başlar. Bir yüzünde Zaro Ağanın iki kadın ortasında duran resmi diğer yüzünde ise “Kim Zaro Ağa gibi Türk üzümü ve fındığı yerse zeytinyağı ve İzmir inciri ile sindirim sistemini harekete geçirirse onun gibi bu yaşta sağlıklı olur.” ibaresi bulunan bu kartpostallar Macaristan’da dört dile çevrilerek tüm dünyaya dağıtılır.

Zaro Ağanın bu durumundan yararlanmak isteyen fırsat ve çıkar düşkünü insanlar vakit kaybetmeden harekete geçer. Bu umut tüccarları türlü vaatlerle kandırdıkları Zaro Ağayı ikna edip gemi ile önce İzmir’e oradan Avrupa’ya götürürler.İtalya ve Yunanistan'da kalır. Avrupa da biraz ısınma turları yaptıktan sonra Amerika’nın yolunu tutarlar ve artık Zaro Ağa Amerika’da gazetelerin başköşesindedir. Basın ordusu onun her hareketini takip etmektedir. Ne yediği, ne içtiği, ne giydiği vs. Röportajlar, toplantılar ve geceler birbirini izler. Burada bir de kaza geçirir. Hafızasında kalıcı bir hasar olsa da vücudu hala sapasağlamdır. Geçirdiği kaza ve yorucu seyahatten sonra zaten oradaki görevi de biten Zaro Ağa vaat edilen hiç bir şeyi alamadan meteliksiz geri döner. Döndüğünde eşi Kudret hanım da vefat etmiştir.

Daha sonra operatör Emin Bey'in şehreminliği(belediye başkanlığı yani) zamanında belediye serhademeliğine getirilmiş ve bu görevi ölümüne kadar sürdürmüştür. (Ölümüne yakın kapıcılık yaptığı da söylenir).Böylece son günlerini İstanbul'da geçirmiştir ve aynı şehirde ölmüştür.
Mustafa Kemal'in huzuruna iki kez çıkmış ve ona sultan diye hitap etmiştir. Mustafa Kemal ile görüştüğünde çok iyi işi yaptığını söylemiş ama kadınlara fazla hürriyet vermesini eleştirmiştir.
Bazı yabancı kaynaklarda Zaro Ağa'nın 1933 yılında Amerika'da öldüğü söylenilse de yerli kaynaklar Zaro Ağa'nın 1934 yılında İstanbul Şişli Etfal Hastanesi’nde prostat kanserinden öldüğünü kaydeder. Yapılan otopside Zaro Ağa'nın oldukça uzun yaşamasına rağmen pek çok sağlık sorunu olduğu tespit edildi. Bunlar arasında tüberküloz, kalp büyümesi, beyinde damar tıkanıklıkları ve üç böbreklilik sayılabilir. Onu hastanede ziyaret eden Dr. Behçet Sabit Bey'in verdiği bilgiler arasında uzun yaşamanın Zaro Ağa usulleri de olacaktı. Behçet Bey şöyle açıklıyordu: "Bu kadar yaşaması için yaptığı rejimi tetkik ettim. Hiç alkol kullanmamış, hemen hiç denilecek kadar et yemiş. Etle başı hoş değil. Uzun ömründe yediği et gayet az. Bu rejimi son senelere kadar takip etmiş. Bilhassa bulguru ve yoğurdu ihmal etmemiş. Dikkat etsek hepimiz birer Zaro Ağa oluruz.”

Zaro Ağa'ya Amerika'dan gelen mektup, herkesin dikkatini çekmişti. İngilizce mektubu New York'tan "Hartman" isminde bir kadın göndermişti. Diyordu ki: "Güzel Zaro Ağa. Beni çok iyi hatırlarsınız. Ben madam Hartman. Bir de Nelly isminde bir arkadaşım vardı biliyorsunuz. Buradayken Nelly size izdivaç teklif etmişti. Nelly mutlaka sizinle evlenmek niyetinde. Bunun için hemen Amerika'ya gelmenizi istiyoruz. Bütün seyahat masrafları bana aittir. Balayı masraflarını da ben göreceğim. Aziz Zaro... Seni bir an önce aramızda görmek istiyoruz. Çabuk gel ve eskisi gibi bizimle güzel güzel dans et. Gelip gelmeyeceğini hemen bize bildir. Sana lazım olan parayı derhal gönderelim. Nelly de sana ayrıca mektup yazacak. Good bye şeker Zaro..." Zaro Ağa gelen mektubu itina ile katlamış ve "Bir gün gelir lazım olur" diyerek yastığının altına yerleştirmişti. Zaro Ağa'nın, Amerika'da kapıcılık yaptığı dönemlerde başta Nelly olmak üzere, kadınların da ilgisini çektiği anlaşılıyor.
Amerikan kaynaklarında geçen Amerika'da öldüğü yolundaki rivayetler muhtemelen Zaro Ağa'nın Amerika'da bir süre yaşaması ve öldükten sonra cesedinin incelenmek üzere Amerikalı bilim adamları tarafından istenilmiş ve gönderilmiş olmasına dayanır. Ayrıca öldüğünde asıl yaşının 164 olduğu yolunda da iddialar vardır. Zaro Ağa’nın vefat ettiği Şişli Etfal Hastanesi’ne bütün çocukları, torunları, torunlarının torunları gelmiştir. 92 yaşındaki kızı feryatlar ederek şunları söylüyordu: “oy, ooy dünyaya doyamadan gettii!”
Eyüp Sultan Camii arkasından, Kaşgari dergâhına çıkarken yolun ikiye ayrıldığı yerde sol tarafta bir mezar taşı var. Başlığı Osmanlı dönemine ait, üzerine yazılan yazı ise Türkçe “160 yaşında ölen Bitlisli Şemsi Ağa oğlu Zaro Ağa”
Beyni İstanbul Sultanahmet Sağlık Müzesinde’ymiş.


Zaro Ağa öldükten 3 yıl sonra 1937 yılında gazetelerde şöyle bir reklam ilanı vardır.Mezardan bir ses.-Neden 157 sene yaşadım? Bu sırrı öğrenmek istersiniz değil mi? Çünkü Hüseyin Avni Akçaboğaz yoğurdu yedim. Bunu böyle bilin, siz de yiyin yaşarsınız. Zaro Ağa. (mezar taşında şu yazar: Az yaşa, çok yaşa, akıbet er geç gelir başa!")
Kaynaklar;

-Mecid Efendi (Zaro Ağa'nın damadı, 1 Temmuz 1934 tarihli Cumhuriyet gazetesi) -Faik Bulut, Türk Basınında Kürtler, İstanbul, 1992, s. 80.- Rohat Alakom, Dünyanın En Yaşlı Adamı: Zaro Ağa (1774-1934), Avesta Yayınları, 2009.-Rohat Alakom, Eski İstanbul Kürtleri (1453-1925), Avesta Yayınları, 1998.-Mevlüt Çelebi,Dünyanın En Uzun Yaşayan Adamı Zaro Ağa,istanbul,2010.

Cuma, Ekim 29, 2010

Ocak üstü moka makinesi

Değişik kahvelere ve yapım tekniklerine meraklıyımdır. Zeyno ve Nils Hamburg'dan gelirken bana ocak üstü moka kahve makinası getirdiler. Nils detaylı olarak nasıl kullanacağımı anlattığı için ilk denemede gayet güzel sonuç aldım. Lavazza'dan espresso kahvesi aldım. İtalyanların moka ya da machinetta olarak hitap ettikleri bu alet 4 parçadan oluşuyor.



En altta bir su hanzesi(A), onun üstüne oturup hazneyi kapatan huni gibi bir aparat(B), bu parçanın üstüne oturan ince bir süzgeç(kahveyi bu süzgeçin üstünebastırarak koyuyorsunuz) ve hepsinin tepesini kapatan çaydanlık formatında, lastik contalı bir bölme(C). Su ısındıkça haznede oluşan basıncın etkisiyle aşağıdaki huniden yükselir, silindir ile süzgeç arasına konmuş kahve ile bütünleşir süzgeçten süzülmek suretiyle, üstteki delikli bölmeden çıkar ve en üstteki bölmenin içinde birikir. Yapılışı uzun sürmüyor. İçme suyu kullanmak, altaki hazneye hava deliğinin olduğu hizaya kadar su doldurmak ve ocaktayken kapağını açmamak gerekiyor.
Yanına likör ve çikolata çoook iyi gidiyor.

Pazartesi, Ekim 18, 2010

Balkan Gezisi

Edirne'den çıkıp hemen hemen her yerde ikişer gün kalıp bir iş+gezi turu yapacaktık. İlk durağımız Filibe oldu:

FİLİBE (PLOVDİV): Henüz Türkiye'den uzaklaşmadığınızı hissettiren küçük canlı bir kent. Bulgaristan'ın ikinci büyük şehri. Vardar nehri kenti ikiye bölüyor. Büyük, işlek bir caddesi var ve bu caddenin ortasında kazılarla gün ışığına çıkarılmış bir kütüphane kalıntısı bulunuyor. Bu caddede her tür cafe, bar ve restoran bulabilirsiniz. Bir şarap evinde mola verdik biraz. Et yemekleri ve chopska denilen (bir tür çoban salatası)salatası çok güzel.

Kahve ve birası güzel olan yerler de mevcut. Ayrıca fiyatı çok uygun. Mesela 2 bira ve 1 kahveye 5 TL etmeyecek bir para ödedik.

SOFYA: Filibe'den başent Sofya'ya geçtik. Burası Bulgaristan'ın Parisi sayılırmış(tiyatrolar ve konserler şehridir) ama ben Sofya'ya çok ısınamadım. Soğuk bir görüntüsü vardı. Gezip vakit geçirecek çok çeşitli mekanı yok. Yabancıların gece tek başına sokağa çıkmaması gereken bir yer. Lokantaların menülerinde et yemekleri çok yer tutuyor ama sebze çeşitleri de mevcut. Kaşkaval peyniri güzeldir. Burada ilk önce görülmesi gereken yer Sveti Aleksandır Nevski katedralidir .Burası Balkanların en büyük katedralidir. Parkları güzel. Dağcılık ve kayak merkezleri var. Ayrıca burada bir kadınlar pazarı var(Jenski Pazarot).Osmanlı şehzadelerinden Alaeddin Efendi'nin eskiden burada dükkanı varmış.

MANASTIR (Bitola); Makedonya'nın ikinci büyük şehridir. Dragor Nehri kıyısında kurulmuştur. Bizans devrinde burada çok manastır yapılmış. Mustafa Kemal'in okuduğu Askeri İdadi burada bulunuyor. İlk işimiz orayı gezmek oldu. Bina müze haline getirilmiş ve önemli bir kısmı Atatürk'e ayrılmış. Giysileri, kitapları ve madalyaları sergileniyor. CD'ler satılıyor. Atatürk'ün burada okurkenki halinin balmumundan yapılmış bir de heykeli var.


Bu binadan çıkıp ana caddeyi takip ettiğinizde trafiğe kapalı uzun bir caddeyi yürümeniz gerekiyor. Bu caddenin iki ucunda büyük iki meydan var. Cadde boyunca her zevke hitap edecek restoranlar mevcut. Güzel pizza ve bira çeşitleri tattık. Zatten bu gezide en çok dikkatimi çeken şey bira çeşitliliği ve yerel biralarının çok oluşuydu. Evde yapılan erik rakısını almanızı öneririm (şişesi 4 euro). Alkol derecesinin çok yüksek olduğunu söylemeliyim. Et ve köfte çeşitleri burada da bol. Ayrıca peynirleri de çok güzel. Dondurmalı ve muzlu krep tatlısı da lezizdi.
Bu cadde hava kararınca genç kız ve erkeklerin yürüyüş yaptığı mekan haline geliyor.
Manastır'da 1500'lerde yapılmış Yeni Cami ve Snt.Dimitri Kilisesi görülebilir.

ÜSKÜP (SKOPJE): Makedonya'nın başkentidir. Burada zamanında "yüz küp" altın gömülüymüş, adı buradan geliyormuş. Rahibe Teresa burada doğmuştur. Şehrin en yüksek tepesinde büyük bir haç vardır.  Vardar nehri buradan geçer ve tabi Vardar ovası da buradadır. Vardar Nehri'nin her iki yanı farklı güzelliktededir. Eski Üsküp ve yeni Üsküp olmak üzere. Daha gelişmiş yeri hristiyanların, geri kalmış bölgesi ise müslümanların sıklıka oturduğu yerlerdir.

 Nehrin üstündeki eski köprü muhteşemdir. Türk mahalelerinde turistik kumaş, çarık ve hediyelik satan dükkanlar var. Buranın köfte çeşitleri ve güveçte fasulyesi güzel. Değişik poğaçalar ve böreklerden tatmalısınız.Yerel bira burada da var.  Yahya Kemal Üsküp doğumludur.
PRİZREN ; Prizren'e gelirken yol boyunca yemyeşil ovalar ve tarlalar gördük. Prizren Kosova'nın bir şehri. Çok güzel ve küçük bir yer. Burada da şehrin ortasından nehir geçiyor. Türk işi köprüler çok güzel.

Kalesi gezilip görülmeli. Burada da et bol ve lezzetli. Çorba çeşitleri mutlaka denenmeli. Ama biraz beklemelisiniz. Çünkü çorba sipariş üzerine yeni yapılıyor. İncik güveci çok güzel. Kendi yaptıkları sucuk vs.den oluşan karışık et tabağı var. Bir de farklı bir mezeleri var. Sarı acı biber turşusunun içine koydukları lor-süzme yoğurt benzeri bir karışım var. Çok lezzetli ama biraz acı.



Bulgaristandan itibaren her yerde et yemeklerinin yanında ince doğranmış  lahana salatası da ikram ediyorlar. Burada Türkçe bilen çok.

BELGRAT: Sırbistan'ın başkenti ve en büyük şehridir. Belgrad, Beyaz kale demektir. Burada artık Avrupa'da olduğunuzu hissediyorsunuz. Tuna ve Sava Nehirleri burada birleşir. Çoğunluk Sırplardan oluşur. Hırvatlar azınlıktadır. Aziz Stephen Katedrali görülmeye değerdir. Aziz Sava Katedrali ise dünyanın en büyük Ortodoks kilisesiymiş. Uzun süren savaşlara rağmen tarihi yapıların nasıl korunduğuna hayret ettim. Kral Alexander bulvarı en çeşitli alışverişin yapılacağı yerdir.

Belgrad en güzel pizzanın, en ucuz etin ve en çok yerlere tükürenin bulunabildiği bir yermiş :-) Kabuksuz ayçiçeği, cevapcici (ya da cevapi), Sırp salatası meşhurdur. Bu cevapi (kebap) aslında İnegöl köftesi benzeri bir köftedir.

SARAYBOSNA: Bosna-Hersek'in başkentidir. Şehrin girişinde yemyeşil ormanlarla kaplı dağlar vardır. Yol boyunca sizi takip eden Miljacka Nehri şehrin içinden de geçer. Türklerin çoğunlukla yaşadığı bölüm olan Bascarsja'da el sanatları pazarları vardır. Gazi Hüsrev Paşa Camii ve Sarajevo katedralini görmelisiniz. Osmanlı'dan kalma evler, medrese ve türbeler çoktur. Saraybosna'daki Hünkar köprüsü üzerinde Arşidük Ferdinand bir suikaste kurban gitmiş ve I.Dünya Savaşı böylece başlamıştır. Nehir kenarındaki İnat Kuca'da (İnat Evi) yerel yemekler bulunur. Boza dedikleri içecekleri bizdeki boza gibi değil limonata benzeri bişeydir. Boşnak kahvesi istediğinizde küçük bir tepside cezve ve lokum eşliğinde getiriliyor. Ama tadı pek alıştığımız türden değil. Bu kahve takımından bir tane aldım.

Burada da ayran var ama farklı ikram ediliyor. Bir bardak yoğurt, uzun saplı kaşık ve su geliyor. Siz kendiniz yoğurda su ekleye ekleye içiyorsunuz.

MOSTAR: Yol boyunca sakin göl kenarlarından, yemyeşil arazilerden geçtik ve Mostar'a geldik. Hersek bölgesinin en büyük şehridir. Burada da hristiyan ve müslüman mahalleleri ayrı. Savaşın izleri hala duruyor. Yıkık binalar ya da mermi izleri. Mostar köprüsü aslına uygun yeniden yapılmış ve harika bir köprü.

 Köprünün her iki yakasındaki evler çok güzel. Köprünün altından akan nehir o kadar berrak ve temizki inanamıyorsunuz. Burada birkaç saatte bir turistlerin ilgisini çekmek için bir genç köprüden suya atlıyor. Yılın belli zamanında Mostar'lı gençler cesaretlerini kanıtlamak için buradan atlarmış. Nehir kenarında balık tutanlar ve şirin cafeler var. Burada ezan çok kısık sesle ve adeta mırıldanır gibi okunuyor.

TRAVNİK: Bosna-Hersek'in merkezinde bir kent. Yeşillikler içinde, tepesinde kalesi olan bir kent. Osmanlı zamanında buradan çok vezir çıktığı için vezirler kenti denilirmiş.

ZAGREP: Hırvatistan'ın başkenti ve en kalabalık şehri. Avrupai bir kenttir. Tüm yapılar ve katedraller gözalıcı. Ben Jelacic Meydanı şehrin kalbidir. Snt. Mark katedrali her taraftan görülebilecek yüksekliktedir.

 Balkanlara göre pahalı bir şehir. Ama eşcinsellerin rahatça yaşayabileceği özgürlükler şehriymiş. Dondurması meşhur olan Zagrep'de sütsüz kahve bulmak zor gibi. Domuz eti ve köfteleri buranın en çok bulunan yiyecekleri.
PECS: Macaristan'ın eski dokusunun korunduğu, 2010 Avrupa Kültür başkentlerinden biri olan Pecs'de çok güzel gezinti caddeleri var. Burada şatafatlı binalar sıralı. Caddelerin taş mozaikleri bile korunmuş.

Kendi bira çeşitleri olan Pecs'de hindi eti de bol bulunuyor. Macar salamı bizim bildiğimizden biraz farklı. Çöp şiş ve cağ kebabı benzeri etleri var. Gece 11'den sonra pekçok yer kapanıyor. 1-2 pub açık. Çok ihtişamlı bir sinema salonu var. Burada bir cami kiliseye çevrilmiş ve üzerindeki alem korunmuş sadece üstüne haç eklenmiş.

Yazı ve fotoğraflar: Okan ÖVET

Salı, Eylül 28, 2010

Duvar, Jean-Paul Sartre


Yazarın felsefe kitaplarından önce bir alıştırma olarak yazdığı söylenen bu beş hikayeden oluşan eseri günlük yaşamın bunalımlarını anlatıyor. Kitapta beş hikaye var. İlk hikaye kitaba adını vermiş. Yazar hikayelerin hepsinde psikolojisini çok iyi ele almış. Özellikle ilk hikayede bir anda olayın içine giriveriyorsunuz. Sadece "Gizlilik" adlı öyküyü biraz sıkıcı buldum. Sartre okunmasını tavsiye edeceğim yazarlar sıralamasında üst sıralarda yer alıyor.
"...İnsanlara yukarıdan bakmak gerek.Yukarıdan birisinin onları gözleyeceğini akıllarına bile getiremiyorlardı. Önden görünüşüne dikkat ederler,bazı da arkadan görünüşlerine, ama bütün gösterileri bir yetmişlik seyirciler için hesaplanmıştı. Zaten kim kalkar da bir melon şapkanın altıncı kattan görünüşünü düşünür? Eğiliyordum ve gülmeye başlıyordum. O kadar gurur duydukları eşsiz benzersiz şu "ayakta olma durumu" neredeydi şimdi? Kaldırıma yapışmış eziliyorlardı; yarı sürüngen iki uzun bacak omuzlarının altından çıkıveriyordu..." syf 77.

 Edebiyat, politika ve felsefeyle ilgili olarak yaşadığı dönemi ve sonrasını etkilemiş olan Jean Paul Sartre 1905'de Paris'de doğmuş 1980'de yine bu şehirde ölmüştür. Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Ödülünü politik konumuna ve eserlerine zarar vereceği düşüncesiyle geri çevirmiştir. Edebi eserleriyle felsefi düşüncelerini yansıtan Sartre, "Varoluş'un öz'den önce geldiğini" savunarak "Varoluşçuluk" felsefesinin Fransa'daki ilk temsilcisi olmuştur. O "varoluşçuluk hümanizmdir" demiştir. Ölümüne yakın tamamen kör olmuştur. Bu dönemde Beauvoir ona kitaplar okumuş kendisi de yazacaklarını teybe kaydetmiştir.
Duvar, Jean Paul Sartre, Çev.Eray Canberk, Can Yayınları.

Pazar, Ağustos 29, 2010

Alternatif bir tatil !

Tatil her zaman güzeldir. Hele deniz tatilleri...Bu yaz sıcaklardan fazlaca etkilendiğim için güneyde bir yerlerde tatil yapmaya dayanamayacaktım. O nedenle suyu soğuk bir deniz olsun dedik. Birkaç karar değişikliğinden sonra Saros Körfezinde karar kıldık. Erikli'de kalıp,bu merkezden körfezi gezecektik. Çok da iyi yapmışız. Sakin bir tatil oldu. Erikli Keşan'a bağlı güzel bir köy. Özellikle sabah erkenden denizi çok güzel oluyor. Tertemiz ve berrak. Dünyada kendi kendini temizleyen 2-3 denizden biri bu körfezde imiş.
Yakında Danişmend köyü var orman içinde. Ağaçlar sahile kadar uzanmış.
Bir gün sabah deniz faslından sonra kahvaltımızı yaptık ve benim iki yıldır görmeyi çok istediğim bir yere gitmek üzere yola koyulduk. "Kömür Limanı" denilen bu koy Gelibolu'ya bağlı. Muhteşem bir yer. Yüksek tepelerden arabayla tırmanıp inmek biraz zordu ama aşağıda gördüğünüz "deniz ayaklarımın altında" manzarası nefes kesiciydi.

Hele denizi...Buz gibi, birkaç metrede derinleşen, masmavi bir deniz.




Burada herhangi bir tesis yok. En çok karavanlılar veya dalgıçlar geliyor.  Denize girdiniz mi çıkmak istemiyorsunuz. Deniz gözlüğümü taktım ve yüzerek  dipteki harika manzarayı izledim. 
Bir gün sonra da madem buraya kadar geldik en batıya Yunanistan sınırındaki Enez'e de gidelim dedik. Enez küçücük bir kasaba ama tarihsel dokusu zengin. İlçenin bittiği yerde Meriç Nehri başlıyor. Meriç'in diğer kıyısı da Yunanistan.O kadar yakın. Aşağıdaki fotoğraftan anlaşılıyor.


İstanbul'a dönerken kıyıdan gezerek geldik. Tekirdağ Mürefte'deki şarap müzesini ve mahzenini gezip üretilen şarapların bazılarının tadına baktık. Tekirdağ'ın Şarköy-Kumbağ arasının bu kadar uçurumlu ve dağlık olduğunu da bu yolda öğrendik. Kendinizi Karadeniz'deymiş gibi hissettiren Uçmakdere denilen şirin bir köy var ki bir anda rakım 700 metre oluyeriyor. Burada 4-5 yıldır yamaç paraşütü yapılıyormuş.
"Tekirdağ'dan geçip de köfte yememek olur mu? Olmaz!... Hem de en meşhur köftecilerden birinde Özcanlarda yemek daha nefis olur"dedik ve uzuun bir yemek molası verdik.
Köfte zaten çok lezzetliydi. Ama büyük şişelerde getirdikleri kendi ayranları da tam sevdiğim gibi hafif tuzlu ve ekşiydi. Piyaz da menüyü tamamlıyordu. Tavsiye ederim. (Biz bu adresi Mehmet Yaşin'in notlarından almıştık.)

Çarşamba, Ağustos 18, 2010

Koca Tembel, Romain Gary

Uzun zamandır Romain Gary okumak istiyordum. Nerede okudum ya da duydum bilmem ama defterimin bir sayfasına adını ve romanlarını yazmışım ve geçenlerde artık okumalıyım dedim. Ama bu romanları bulmanın çok da kolay olmadığını farkettim. Çünkü epeydir basımı yapılmıyormuş.  Ben "Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı" ve "Biletiniz Buraya Kadar" romanlarını okumak istiyordum. Pek çok kitapçıya baktım, bulamadım. "Koca Tembel" adlı romanını buldum. Çarçabuk okudum. Romanda bir piton ile aynı evde yaşayan, müthiş yalnız ve sevgiye aç bir adamın hikayesi anlatılıyor. Asılında o kendisini çok da yalnız görmüyor. İnsanlarla kurduğu küçücük iletişimden bile çok anlamlar çıkarıyor. Yazarın dili çok akıcı ve mizah öğeleri barındırıyor.
Bu kitap yazarın diğer kitaplarını daha da merak etmeme neden oldu. Onların peşine düştüm.Sahaflara bakıcam. Umarım bulurum.

"...Blatte Sokağındaki Çin lokantasına kadar yürüdüm, akşam yemeği için; svdiğim bir yerdir, çünkü her şeyi ile ufacık bir yerdir;masalar, masalarda oturup yemek yiyenler,her şey, herkes diz dize, dirsek dirseğedir, yalnız başınıza olduğunuz halde kendinizi kalabalık gibi duyarsınız. Kimse size bir şey söylemiş olmasa bile lafa karışır,istediğinizi söyleyebilirsiniz; çünkü havada uçuşan sözcükler doğrudan size söylenmiş gibidir...havada uçuşan güzel sözlerden yararlanırsınız, öbürlerinin ilgisini çekersiniz..."(syf.135)

Yazar Hakkında

1914-1980 yılları arasında yaşayan Romain Gary, dünya çapında tanınan bir yazar olmuştur. Fransa'da her yazara ancak bir kez verilen Goncourt Edebiyat Ödülü'nü, bir kez kendi adıyla bir kez de takma adla yayımladığı iki romanıyla iki kez kazanmış olan tek yazardır. Bunun dışında senaryolar yazmış ve iki film yönetmiştir. Hukuk mezunu olan Gary, kitap yayımlamaya başlamadan önce, 2. Dünya Savaşı sırasında, Özgür Fransız Kuvvetlerine dahil olarak savaş pilotluğu yaptı. Bunların dışında, bir süre Fransız diplomatik servisi için çalıştı. Fransa'nın Los Angeles başkonsolosu oldu. Gary, eski eşi Jean Seberg'in 1979'daki ölümünün de etkisiyle, 1980'de, Paris'te yaşamına son verdi. Ölmeden önce yazdığı notun en sonunda "...çok eğlendim, teşekkür ederim. hoşçakalın..."demiştir.
Koca Tembel, Romain Gary, Can Yayınları, 2005, Çev.Müntekim Ökmen.

Cumartesi, Ağustos 07, 2010

3 Mayıs 1808- GOYA


Yıllar önce bir dergide gördüğüm bu resim beni çok etkilemişti. Fransız idam mangası tarafından kurşuna dizilen Madridliler. Günlerce açıkta bekletildikten sonra öldürülen bu 43 kişi Goya tarafından tuvale aktarılmış. Benim gördüğüm en etkileyici tablolardan biridir. Ressam tabloyu 1914'de tamamlamış. Bu tablo savaşın korkunçluğunu anlatan ve çığır açan ilk eser kabul edilmiş. Sanat tarihçileri onu bir devrim olarak nitelemişlerdir.
 İki grup arasında yerde duran fener görüntüye dramatik bir ışık vermektedir.Sol tarafta birbirine sokulup sarılmış kurbanlar arasında dua eden bir keşiş ya da rahip de vardır. Resmin tam ortasında da diğer kurbanlar beklemektedir. En ortadaki adamın kolları ya yalvarmak ya da meydan okumak için iki yana açılmıştır.Bu adamın duruşunun İsa'nın çarmıha gerilişini temsil ettiğine inanılır.

Arkada silik bir şehir manzarası gece karanlığında görünmektedir.
3 Mayıs, başka pek çok esere de ilham kaynağı olmuştur. Bu eserler arasında Édouard Manet'nin çizdiği bazı eserler( Maksimilian'ın İnfazı),

 ve Pablo Picasso'nun "Kore'de Katliam" tablosu ile başyapıtlarından biri olan "Guernica" yer alır.
      Kore Katliamı

Tablo şu an Madrid Prado Ulusal Güzel Sanatlar Müzesindedir.

Salı, Temmuz 13, 2010

Baba ve Piç, Elif Şafak


Kitap 3-4 yıl önce haftalarca çok satanlar listesinde kaldı. İşte bu nedenle hemen alıp okuma isteği uyanmadı bende. 1 hafta önce kardeşimden aldım ve 3 günde bazı işlerimi erteleyip okudum. Roman diğer Elif Şafak kitapları gibi akıcı, bırakmak istemiyorsunuz. Arada aniden parantez gibi açılıveren ek konular bir anda sizi konudan koparıp bir sayfa sonra hoop geri getirse de hoş.

Kitaptaki bölümlerin adı, kavrulmuş fındık, gülsuyu, kuru kayısı gibi aşurelik malzemelerden oluşuyor. Zaten "kuru üzüm" bölümünde aşure yapılıyor, tarifi de var.
Kurgu güzel. Roman boyunca yaptığım tüm tahminler boşa çıktı ve sonunda epeyce şaşırdım.

Romanda Kazan ve Çakmakçıyan ailelerinin tesadüfi ilişkileri çerçevesinde Türk-Ermeni ilişkilerine daha doğrusu sorunlarına dair bir bakış açısı getirilmeye çalışılmış. Hatta bence bir fikri olmayanlar fikir edinebilsinler veya sadece merak etsinler diye dürtülmek istenmiş.Yer yer karmaşıklaşan durumlar, Türk-Ermeni kültürünün özellikle de yemeklerinin benzerliği çerçevesinde yumuşatılmış .Aslında kitapta her iki halkın da birbirlerine karşı tutumu son derece açık verilmiş. Okurken bazı insanları kızdırmış olduğu aklıma sık sık geldi. Hatta dava açılmıştı hatırlarsanız. Ama nihayetinde bu bir roman. Romanlarda yazılan her şey her zaman hoşumuza gidiyor mu zaten? Ya da onaylamak zorunda mıyız?
Elif Şafak Baba Ve Piç için şöyle diyor: "İstanbullu bir ailenin öyküsü. Aileyi Osmanlı son dönem yazarları gibi kullandım. Ailenin geçirdiği dönüşümleri okurken ülkenin geçirdiği dönüşümlere dair de ipuçları toplayacağız ve 4 kuşak kadının hikâyesi, bir Ermeni kadının hikâyesiyle kesişecek.
Kitabın orjinal ismi "The Bastard Of İstanbul" çünkü roman İngilizce yazıldı ve Türkçeye sonradan çevrildi.

Elif Şafak bu çeviride Aslı Biçen'e yardım etmiş.
Baba ve Piç, Elif Şafak, metis yayınları,2006.